“EKONOMİK BÜYÜME” İFADESİ YANILTMASIN

TBMM’de 2026 yılının bütçe görüşmeleri devam ediyor. Her hafta birkaç bakanlık ve bağlı kuruluşlarının bütçeleri tartışılıyor ve kabul ediliyor.

Abone Ol

Komisyona sunum yapan bakanlar, ağız birliği etmişçesine Türkiye’nin 2025 yılında ne kadar büyüdüğünden övünerek söz ederken, önümüzdeki yılın hedef büyüme rakamlarını açıklıyorlar.

“Ekonomik büyüme” ifadesi reklam jeneriği gibi tekrarlanır oldu bu sunumlarda.

Muhalefet milletvekillerinin neredeyse bütün eleştirilerine bu sihirli ifadeyle açıklama getirilmiş oluyor güya. Tarımın durumu, emeklinin maaşı, asgari ücret, fiyat artışları, ticari hayattaki sorunlar…. Hangi alandan şikayet getirilirse getirilsin, “ama Türkiye bu kadar büyüdü” ifadesi mutlaka kullanılıyor verilen cevaplarda.

Akıllıca bir taktik.

Çünkü, milli geliri arttırarak ülke ekonomisinin büyümesine katkı verdiğinizi söylediğinizde aslında sizi eleştirenlerde pişmanlık ve suçluluk duygusu yaratmış oluyorsunuz. Bu iki duygu insanın rasyonel düşünme yetisini yitirmesine ve geri adım atmasına neden oluyor.

Bilgi asimetrisi taktiğine dayanan ve rakibi mat eden bir savunma şekli.

Bir konuda detaylı bilgiye sahip kişiler, olmayanlara göre otomatik olarak avantajlı.

İyi eğitim almış iktisatçı, rakamları iyi değerlendiren istatistikçi ve diğer bürokratlar ile danışmanların hazırladıkları sunumları da kullanan siyasetçilerin elleri zaten güçlü. Bir de “ekonomiyi bu kadar büyüttük” dediğinizde öne geçmiş oluyorsunuz. İktisat okuryazarığı zayıf olanların bu söyleme karşı koymaları neredeyse imkansız.

Bu tür siyasetçilerin siyasal ikna güçleri büyük oranda buradan gelmektedir.

Oysa ekonomik büyümeyi ifade eden Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) artışı, toplumun arzu ettiği yaşam standardını göstermediği gibi servetin dağılımını da göstermez. Yani yüksek bir GSMH, az sayıdaki insanın mal varlığının çoğuna sahipken, daha fazla sayıda insanın fakir olduğu, hatta açlık sınırında yaşadığı gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Ekonomik büyümenin adeta kutsandığı bir dönemdeyiz. Büyüyen ekonominin gökten onaylı olmadığını, öte yandan önemli bir maliyetinin olduğunu bilmemizde yarar var ayrıca.

Öncelikle her değişiklikte olduğu gibi, ekonomik büyümenin de beraberinde getirdiği sorunlar var. Bunu anlamak için birazcık iktisat tarihine bakmak yeterli olacaktır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra birçok ülkenin ekonomik büyümeye odaklandığını ve çoğu ülkenin her yıl ekonomik olarak büyüdüğünü biliyoruz.

Ancak, büyüme oranlarına rağmen -ülkemizin de dahil olduğu- bu ülkeler iki ciddi sorunla karşı karşıya kaldı. Enflasyon ve işsizlik. Yani halihazırdaki iki sorunumuz. Enflasyonu bir türlü düşüremeyen, istihdamı arttıramayan ama büyüyen bir ekonomi.

Su ve hava kirliliği, katı atıklar, iş güvenliğinin bozulması, nüfusun şehirlerde yoğunlaşması, trafik karmaşası, konut azlığı, eğitim ve sağlık hizmetlerindeki çile, suç oranlarının artması gibi sorunlar da borçlarla büyüyen bir ekonominin ve refah seviyesini düşüklüğünün kaynaklık ettiği diğer sorunlar.

Yani dikkat edilirse ekonomik büyüme kutsal olmadığı gibi bayağı maliyetli bir durum.

Milli gelir şöyle arttı, bu kadar büyüdük gibi afilli ifadeler güzel de bu gerçeklere gözümüzü kapatacak mıyız?

- Bir çiftçi mevsim boyunca yetiştirdiği ürününü satamıyor veya ancak yok pahasına elinden çıkarabiliyorsa,

- Bir işçi 30 gün çalışıp aldığı maaşla kirasını dahi ödeyemiyorsa,

- Bir ömür çalışıp emekli olan biri, onurlu bir yorgunluk döneminden mahrum bırakılıyorsa…

Ülke olarak Gayri Safi Milli Hasılamızın bilmem ne kadar artmış olması ne ifade eder ki!

Rahmetli Turgut Özal’ın en çok sevdiği “orta direk” ifadesini kullanan siyasetçi yok artık. Çünkü orta gelirli diye bir kesim kalmadı. Bir sosyal sınıf yok oldu. Ya iyi yaşayan az bir kesim var, ya da kırıntıya mahkum geniş bir kesim. Ortası yok. Gelir adaletsizliğinin dibini yaşıyor Türkiye.

Devlet gelirleri açısından; gelirin giderleri karşılayamadığı, açık bütçe gerçeğinin önümüzde durduğu bir tabloyu hangi ekonomi teorisiyle izah edeceksiniz?

Vicdan ve sağduyu, açgözlülüğe yenik düşüyor çoğu zaman. Aldatmak, psikolojik bir salgın haline gelmek üzere. Toplum, sorunlu bir kitleye dönüşüyor.

İnsanların ortak iyilik için mütevazı fedakarlıkta bulunmayı kabul ettiği bir toplum inşa edemezsek bundan herkes zarar görür.

İnsanların sadece kişisel çıkarlarını korudukları bencil ve sağduyusunu kaybetmiş bir toplumun önüne geçmek zorundayız.

Bunun için belki de ortak faydaya, genel iyiliğe odaklanmamız gerekir.

İki bin yıl önce Platon, Aristoteles ve Cicero'nun yazılarında ortaya çıkan “ortak fayda ve genel iyilik” kavramından söz ediyorum. Güncel tanımla; tüm insanlara fayda sağlayacak şekilde kurgulanmış bir büyüme modeli ve tabii ki sosyal sistemler ile kurumlar.

Ulusun ahlak pusulasının yeniden ayarlanması elzem.

Artık yeni şeyler söylemenin vaktidir. Çünkü iktisat kitaplarından alınan eski kavramların güncel ekonomik düzende bir karşılığı kalmadı.

Mevlana’nın dediği gibi, “Ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

{ "vars": { "account": "G-E7JE8FH3KL" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }