Geniş coğrafyası, farklı iklimleri ve zengin meraları sayesinde Osmanlı, yüzyıllar boyunca hayvansal üretimi hem iç tüketimde hem de ticarette güçlü bir unsur olarak kullandı. Sadece et ve süt değil; yün, deri, kıl, ipek, yumurta ve bal gibi yan ürünler de ekonominin vazgeçilmez parçalarıydı. Ama bu üretim düzeni, bugünkü anlamda “pazar mantığıyla” değil; mer’a, arpalık ve vakıf sistemleriyle şekillenmiş bir toplumsal düzen içinde yürüyordu.
Mer’a Düzeni: Ortak Alanın Ekonomisi
Osmanlı köylerinin ve kasabalarının etrafında yer alan mer’alar (otlaklar), devletin kontrolündeydi ancak halkın ortak kullanımına açıktı. Bu sistem, üretimle adaleti dengelemenin bir yolu olarak görülüyordu. Yani zengin de fakir de hayvanını aynı meraya otlatabiliyordu.
Mer’aların paylaşımı, kadı kayıtlarına ve tahrir defterlerine göre belirlenir, her köyün mer’a sınırları tespit edilirdi. Bu sayede hem aşırı otlatma önlenir hem de hayvancılık sürdürülebilir bir düzende kalırdı. Bugün “ortak kaynak yönetimi” denilen şey, Osmanlı kırsalında yüzyıllar öncesinden uygulanıyordu.
Arpalık Sistemi: Devletin Hayvancılığa Desteği
Osmanlı’da “arpalık” kelimesi, sadece bir tarlayı değil, aynı zamanda atların, develerin ve yük hayvanlarının beslenmesi için ayrılan gelir veya tahsisat alanını ifade ederdi.
Devletin merkez ve taşra yönetiminde görev yapan bazı memurlara “arpalık” olarak belirli gelir kaynakları veya topraklar tahsis edilirdi. Bu gelir, doğrudan hayvancılık faaliyetlerini finanse etmeye yarardı — özellikle ordunun atlı birlikleri için bu sistem hayati öneme sahipti.
At, deve, katır gibi hayvanlar hem ordunun hem de ticaretin bel kemiğiydi. Bu yüzden arpalık sistemi, yalnızca bir “maaş düzeni” değil, askeri ve ekonomik üretimin sürekliliğini sağlayan bir mekanizma olarak çalıştı.
Vakıf Sistemi: Hayvancılıkla Hayır Kurumları Arasında Köprü
Osmanlı toplumu, vakıf kültürüyle adeta örülmüştü. Bu vakıflar yalnızca cami, medrese ya da çeşme yaptırmakla kalmaz; hayvanların korunması, üretimin sürdürülmesi ve kırsal refahın sağlanması gibi işlevler de üstlenirdi.
Bazı vakıflar, köylerdeki sürülerin bakımı için çobanların maaşını öder, mer’aların onarımını veya hayvan pazarlarının düzenlenmesini finanse ederdi. “Vakf-ı hayrât” adı verilen bu kurumlar sayesinde hem sosyal yardımlaşma hem de ekonomik sürdürülebilirlik sağlanmış olurdu.
Örneğin 16. yüzyıl Bursa’sında bir vakıf, iplik üretiminde kullanılacak koyun yününü temin etmekle görevliydi; bu, o dönemde dokuma sanayisinin bel kemiğini oluşturuyordu.
Hayvancılığın Sosyal Boyutu
Osmanlı’da hayvancılık, sadece bir geçim kaynağı değil, bir kimlik unsuru idi. Yörükler, Türkmenler, göçer topluluklar; hem coğrafyayı hem de ekonomiyi şekillendiren dinamik bir toplumsal yapı oluşturuyordu. Göç yolları, otlaklar ve yaylalar arasında dönen bu döngü, hem devletin kayıt sistemine hem de yerel kültüre derin izler bıraktı.
Osmanlı yönetimi, göçebe toplulukların üretim gücünü korumak için zaman zaman özel vergi muafiyetleri tanıdı, kışlak-yaylak düzenini kayıt altına aldı. Bu da devletin hayvancılığı yalnızca ekonomik değil, stratejik bir mesele olarak gördüğünü gösterir.
Modernleşme ile Gelen Kopuş
19.yüzyıla gelindiğinde, merkeziyetçi reformlarla birlikte geleneksel sistem çözülmeye başladı. Mer’a toprakları özel mülkiyete açıldı, arpalıklar kaldırıldı, vakıf gelirleri devlet kontrolüne geçti. Bu dönüşümle birlikte hayvancılık, kırsal dayanışmanın bir parçası olmaktan çıkıp daha piyasa temelli bir faaliyete dönüştü.
Ancak bu değişim, Anadolu’da yüzyıllarca süren “topluluk temelli üretim” geleneğini zayıflattı. Bir anlamda, köylünün toprağa ve hayvanına olan bağı da devletle olan ilişkisi kadar değişti.
Toprak, Hayvan ve Devlet Arasındaki Denge
Osmanlı’nın hayvancılık ekonomisi; yalnızca üretim teknikleriyle değil, adalet, dayanışma ve sürdürülebilirlik ilkeleriyle ayakta durdu. Mer’a köylüyü eşitledi, arpalık üretimi destekledi, vakıf sistemi toplumsal dengeyi korudu.
Bugün modern tarım ve hayvancılık politikalarını tartışırken, belki de unuttuğumuz en önemli şey bu: Ekonomi yalnızca üretim değildir; adil paylaşımın ve toplumsal uyumun da bir sonucudur.