Peş peşe dizilmiş domino taşlarının birbirini sırayla devirmeleri gibi bazen toplumsal olaylarda benzer şekilde birbirini etkiler. Her bir taşın bir diğerinin hareketi tetiklediği bu olaylar silsilesi için domino etkisi denir. Bazen yıllardır durağan olan şeyler, bir anda çığ gibi gelişiverir. Son salgında tarım ve çiftçinin önemi konusunda artan toplumsal farkındalığın da bu tip bir zincirleme etki yaratmaya başladığını söyleyebiliriz.
Aslında yüzyıllardır bu toprakları ekip, biçip ülkeyi namertte muhtaç etmeyen, gerektiğinde cephede canını verip ülkeyi savunan çiftçi, Büyük Önderin de belirttiği gibi yurdun efendisidir. Tarım ise, milli ekonominin temelidir. Fakat her ne hikmet ise toplum olarak bunları unutuldu. Özellikle 1980’li yıllarda bir anda moda olan ve kısa sürede içine girdiğimiz serbest piyasa düzenine göre; tarım geri kalmış ülkelerin işi olarak gösterildi. Ülkemizin hızla tarımdan uzaklaşması tembihlendi. Netekim biz de öyle yaptık. Başta devlet olmak üzere, hızla tarım sektörünün dışına çıktık ve başka alanlara yöneldik. Aradan 40 yıl geçti. Bir musibet ile 40 yılda alamadığımız yolu birkaç günde aldık. Gıda çok önemliymiş onu bir kez daha anladık. Çiftçi de önemliymiş onu da anladık. Bunun çok harika bir gelişmeler ama daha da güzeli başka şeyleri de fark etmeye başladık.
Örneğin, gelişmiş dediğimiz ülkelerin gelişmişliklerinin arkasında meğerse tarım varmış. Sanayi ve ihracatlarında tarım çok önemliymiş ve dünyada bir numaralarmış. Yani tarım geri kalmış ülkelerin değil, gelişmiş ülkelerin işiymiş. Bundan daha da önemli gelişmiş ülkeler toplumun refah düzeyini yükseltmek için tarımı kullanılıyormuş. Çünkü hane halkı gelirleri içinde mutlak önceliğe sahip gıda harcamaları, ne kadar kolay karşılanabilirse, ülke insanı o kadar refah içinde yaşıyor, diğer insani ihtiyaçları için de para bulabiliyorlarmış. sadece bu kadar da değil. Gelişmiş ülkeler tarımı sinsi başka bir gerekçe ile de kullanıyorlarmış. Milli bağımsızlığı korumak için gıda silahtan çok daha etkili bir yaptırım aracıymış. Hatırlayın, 1974 yılında bize yapılan ambargo, gıdada kendimize yetebildiğimiz için halkı etkileyememişti. Ya da son salgının hemen ilk günlerinde bütün ülkeler ilk önce gıda ürünlerini başka ülkelere satmayı durdurmuş ve kendileri için saklamışlardı.
Dünyada ve ülkemizde başlayan bu farkındalıklar silsilesi, giderek etkisini arttırıyor. Gelişmiş ülkelerin liderliğinde uluslararası kuruluşlar da aslında yıllar önce küresel sorunların çözümünde tarımın önemi anladılar. Hatta milenyum hedefleri bile belirlediler. Ama başta aynı gelişmiş ülkeler olmak üzere herkes olayın ciddiyetini kavrayamadıkları için bir türlü fırsat bulup da bunları hayata geçirmediler. Salgın nedeniyle oluşan açlık korkusu küresel açlıkla mücadelede farkındalık yarattı. Hedefler eyleme dönüşmeye başladı. Şimdi küresel barış ve huzur için açlıkla mücadele, küresel iklim değişikliği ile doğal yollarla tedbir almada, doğanın ve kaynakların sürdürülebilir olarak kullanılması ve korunmasında tarımı kullanmaktan başka yolun olmadığı anlaşıldı. Örneğin son AB bütçesinde salgın hastalıkla mücadele ve ekonomik düzelme için ayrılan paradan çok daha fazlası yeşil dünya ve tarım için ayrıldı.
Toplumun aniden fark ettiği bir diğer konu ise küresel ısınmanın sadece kutup ayılarının sorunu olmadığını, hızla yaklaşan sorunu torunlarından çok önce yaşayacaklarını artık herkes biliyor. Çiftçi üretimden vazgeçerse ceplerinde paraları olsa dahi gıda bulanamayacağı anlaşıldı. Artık çiftçinin girdi fiyatlarını şehirdeki tüketiciler de düşünmeye başladılar. Piyasada bütün ürünler arasında gıda ürünlerinde yaşanan enflasyonun daha çok tartışılıyor ve daha önemli olduğu söyleniyor. Tarla ile mağaza rafı arasındaki fiyat farkına devlet niye ceza yazmıyor diyenler yıllar önce yapılan özelleştirmeler ile Devletin piyasaya müdahale hakkının elinden alındığını, kanuni bir yaptırım hakkının olmadığını daha yeni anlıyorlar.
Şimdi sıra tekrar gelişmiş ülkelere bakmaya geldi. Onlar bu benzer sorunları nasıl çözmüşler. Biliyorum herkes hemen devlet yapsın diyecek. Devlet destek versin, para versin sorun çözülsün. Devlet kanun çıkartsın ceza kessin sorun çözülsün. Devlet yeniden sorumlu bir kurum daha kursun. Oraya bina, eleman, donanım alsın. Onlar bizim yerimize düşünsün sorun çözülsün. Biz bu hataları 50 yıldır yapıyoruz. Değişen bir şey var mı diye bakarsak cevap ortada. O zaman gerçekten gelişmiş ülkeler sorunu nasıl çözmüş diye bakmak lazım.
Bizim liberal demokrat dediğimiz gelişmiş ülkeler meğerse sosyo-liberallermiş. Yani bizim sandığımız gibi piyasa güçlü olan tekellerin değil, kooperatifler altında örgütlenmiş üreticileri ve tüketicilerin kontrolündeymiş. Hem de bazı ülkelerde neredeyse piyasanın %100’ünü kooperatifler yönetiyormuş. On binlerce kişinin ortak olduğu onlarca kooperatifin kontrol etmesi demek piyasada toplumun büyük çoğunluğunun çıkarının korunması yani kamu menfaati demektir. Bunun adı sosyal temelli politikadır.
Görüldüğü üzere; toplumda fark edilen bir konu, bir başka konunun da fark edilmesine neden olabilmektedir. Artık farkındalık zincirinde sıranın sosyal temelli yaklaşıma geldiğini söyleyebiliriz. Bu kapsamda Esas gücün üreticinin kendi mevcut gücünün olduğunun fark edilme zamanı gelmiştir. Eğer toplum tarafından bu güç fark edilebilirse sorunlarımızın çok kısa sürede mucizevi bir şekilde çözülebileceğine şahit olacağız.
Dr. Erhan EKMEN
Ziraat Yüksek Mühendisi