Yeni dünya düzeni adıyla pompalanan sistemin propagandaları, konuyu tam bilmeyenler için merak konusu olmuştur. Bu “düzen”i kuran ülkelerdeki yayınlardan ve uygulamalara ilişkin rapor ve yorumlardan hazırlanan bu yazımızın bilgilendirme açısından bir nebze yararı olmasını umarım.

Siyasal ve askeri gücün ve egemenliğin de temeli olduğundan; yöntemleri, uygulamaları farklı gibi görünse de tarihsel süreçte daha fazla ekonomik güce, kaynaklara sahip olma isteği, devletlerin ve milletlerin temel var olma mücadele alanı olagelmiştir.

Son asırlarda “gücü” yönlendirme ve “düzen” konusunda dünya üzerinde etkili olan Avrupa ve ABD de üzerinden konuyu incelersek; Feodal yapıların ve merkezi devlet gücünün tarımsal ürün, ticaret, savaş ganimetinden oluşan gelirlerin kendi kontrollerine devşirilmesi şeklinde başlayan ve süren “düzen”, deniz aşırı ülkelerin keşfi ile geniş toprakların işlenmesi için ihtiyaç duyulan iş gücü ihtiyacı ortaya çıkınca 16-19 yüzyıllar arasında köle ticareti ile giderilmiştir. 19. yüzyılda nüfusun, mekanizasyon artması sonucu kölelerin yeme içme, giyinme, barınma sağlık vb maliyetleri sahipleri açısından ekonomik yük olarak görülmeye başlanmıştır. Bu aşamada o zamana kadar nedense hiç akıllarına gelmeyen “ insana saygı, onur, özgürlük vb kulağa hoş gelen gerekçelerle kölelik karşıtlığı yükseltilmiş, kamuoyu oluşturulmuş ve nihayet 1926 yılında önce milletler cemiyeti sonra da birleşmiş milletler köleliğin yasaklanması kararını almıştır.

İkinci dünya savaşı sonrasında başlayan dönemde, tarım, gıda, maden gibi doğal kaynaklara artan ihtiyaç ile, özellikle sanayinin gelişmesi petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarına daha çok sahip olma arzusu sonucu, ABD nin başını çektiği güçlü devletler veya büyük sermaye grupları, diğer ülkeleri ürkütmeden ve onların da yararına olacağı propagandasını yaptıkları yeni bir yol arayışını geliştirmişlerdir. Bu yolun adı da “ Yeni Dünya Düzeni” olarak konulmuştur.

Yeni düzenin başlıca “kutsal kavramları”; küreselleşme, serbest dolaşım, özelleştirme, rekabettir. Yeni düzenin benimsetildiği sömürülecek devletlerin ve milletlerin ulaşabileceği sosyo ekonomik durumun sınırları ise, biraz iyileştiğinde manüplasyonla geri adım arttırma, çok düştüğünde ise kurtuluş reçetesi verilmesiyle; sefalet ile yoksulluk arasında gidip gelecek şekilde kontrol altında tutulmaları şeklinde tezahür etmiştir ve etmektedir.

Yeni dünya düzeninin kuruluşu, aşamalar halinde gerçekleştirilmektedir. Başlıca üç başlık halinde toplayabileceğimiz aşamaların zaman sırası içerisindeki aşamalar olarak anlaşılmaması gerekir. Hedef ülkelerin durumuna göre; biri, ikisi ya da hepsi aynı süreçte geliştirilen hedeflerdir.

Birinci aşama; liberal piyasa ekonomisinin tüm dünyaya, özellikle de geri kalmış ve kalkınmakta olan ülkelere benimsetilmesi;

Uluslararası şirketler eliyle hammaddeleri en ucuza temin edebildikleri yerlerden alarak, yine en ucuz iş gücünün bulunduğu, ülkelerde ürettirip, en iyi fiyatlarda satabilecekleri yerlerde satılması mekanizmanın esasıdır. Bunun için de enerji kaynaklarının kontrolünün de kendi ellerinde olması temel şarttır. Ekonomik kaynakların kendilerine akmasını sağlarken, bu mekanizmada hammadde ve işçiliğin ucuza sağlandığı ülkelere döviz girişi, yabancı yatırım, istihdam, ekonomik büyüme gibi çoğunlukla içi boş söylemlerle okyanustan bir damla misali menfaatler karşılığı kamuoyu ve ülke idareleri “ ikna ve razı” edilmektedir. İkna olmakta direnen hammadde ve enerji kaynakları bakımından zengin ülkelere; yeni geliştirilen silahların saha denemesi alanı olarak kullanılarak gerekirse tamamının yakılıp yıkılarak, insanlarını, alt yapısını, kültürel yapılarını hatta ibadethanelerin, bizzat ya da iç savaş çıkartıp tüm tarafları silahlandırarak birbirine katlettirilmesi, yıkması dahil tüm “teşvik edici tedbirler” uygulanarak “demokrasi” götürülerek ikna edilmekteler. Çok yaygın olan diğer bir yöntemi ise, ikna olmakta direnen ülkeye karşı, terör örgütlerini destekleyerek veya bizzat kurarak, silah vermekte ve tüm enerjisini bu konuya harcayan siyasi ve ekonomik açıdan çıkmaza giren ülkelere “yardım eli uzatıp” istedikleri ekonomik ve siyasi dönüşümü sağlayacak reçeteleri ile, “gönüllü” olarak ikna edilmesidir.

Sömüren güçler için bu “karton” devletlerin rejimi, başında kral, emir, sultan ve hatta seçilmiş kişiler olması önemli değildir, “düzene” uyup itaat etmeleri yeterlidir.

İkinci aşama; kapitalist liberal piyasa ekonomisinin zengin ülkelerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde kural ve kurumlarının yerleştirilmesi;

1994 yılında imzalanan GATT (Ticaret ve Gümrükler Genel Anlaşması) ve bu anlaşma çerçevesinde kurulan WTO (Dünya Ticaret Örgütü) sayesinde mümkün hale gelmiştir. GATT, anlaşması, ülkeler arası mal ve hizmet akışları üzerindeki tüm engelleri kaldırmakta ve serbestleştirmektedir. Ülkeler arası derken; doğal kaynakların ucuza alınıp sömürülen ülkelerden zengin güçler ya da ülkelere serbest akışı anlaşılmaktadır. Bu ülkelerin ucuz iş gücü kaynağı “ işçi” kesiminin zengin ülkelerde serbest dolaşımının mümkün olamayacağı engeller ve mekanizmalar oluşturularak iş garantiye alınmıştır.

Kaynağı ve iş gücünü sömürmekle iş bitmiyor tabiiki; Bu şekilde çok ucuza ele geçirilen kaynaklanlardan ucuz iş gücü ile yapılan tüm üretimler, tam ve tekelci bir korunma altına alınmalı ve sömürülen ülkelerin doğal zenginliklerine sahip çıkma güdüleri de yok edilmelidir ki bu ülkelerin “uyanıp” rakip olma gibi bir konuma ulaşmalarına engel olunsun. Bu konuda marka, tasarım, patent, teknolojik haklar gibi süreçler oluşturularak bu “hakların” tüm ülkelerce tanınması ve korunması sağlanarak elde ettikleri ekonomik yararların da sömürdükleri ülkelerce korunmasını sağlamış olmaktalar.

Üçüncü aşama ; ekonomik ideallerin politik egemenliğine dönüştürülmesi;

1978'lerde, IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazinesi arasında Washington Uzlaşması (Washington Consensus) adlı çok önemli bir görüş birliğine varılmıştır. Buna göre; ikinci Dünya Savaşından sonra, kurumsal bir destek olmadan kalkınamayan ülkelerin kalkınma hamlelerine destek vermek için olduğu gerekçesi ile Dünya Bankası kurulmuştur. Bu bankanın misyonu, ülkelerin ödemeler dengelerinde çıkan sorunlarına çözüm önermekle görevli IMF ile birlikte kendi kontrollerinde yürütülen “ reform paketleri” uygulamaktır. Bu “reform paketi” (reçete), mali disiplin, kamu harcamalarında önceliklerin saptanması, vergi reformu, serbest faiz rejimi, rekabetin gerektirdiği kurlar, ticaretin serbestleşmesi, doğrudan yabancı yatırımların serbestleştirilmesi, özelleştirme, kontrollerin kaldırılması ve özelleştirmeye ya da doğrudan yatırımla gelen yabancıların mülkiyet haklarının korunması gibi uygulamaları kapsamaktadır.

Bu reçeteleri uygulayan ülkeler, kısa zamanda muazzam dış ticaret açıklarıyla karşı karşıya kaldılar. IMF dayatmalı politikaların uygulandığı, başta Asya ve Latin Amerika'dakiler olmak üzere "gelişen piyasa ekonomileri" borç ve spekülatif sermaye istilasına uğradı. Dış ticaret açıklarının artması ve bu açıkların borç ve spekülatif sermaye akımlarıyla finansmanı sonucu bu ülkelerde büyük ekonomik krizler doğurdu. Kısa vadeli yabancı sermaye (sıcak para) bu ülkelere girerken bahar havası ve spekülatif köpükler (speculative bubbles; patlamaya mahkum bir iyimser ekonomik hava) yaratıp İthalat artarken, ihracatın sıkıntılı hale geldiği bir ortam oluşturulmaktadır. Ülkeye gelen sıcak para ile ortaya çıkan ödemeler dengesi açıklarının finansmanı sağlanmaya başlanır ve devamında; ödemeler dengesi açıkları kontrolsüz büyümeye başlar, büyük bir devalüasyon ihtiyacı ortaya çıkartılır ve sıcak para tedirgin olmuş gibi gösterilir. Spekülatif sermayenin, yani sıcak paranın devalüasyon sonucu zarara uğramamak için ülkeden çıkma isteği bir “sürü” hareketine, paniğe dönüştürülür ve dövize hücum olur. Bu tür dövize hücum ve mali krizler kontrol altına alınamadığında, büyük ekonomik krizleri getirir. Doğan kriz, ülkeleri tahrip eder ve milyonlarca insanın perişan olmasına neden olur. Büyük ölçüde yapılan devalüasyon ve ekonomik kriz sonucu ülkeler, ihtiyaç duydukları sermayenin (tedirgin olup kaçan ! ) dövizin tekrar gelmesi için ekonomi, siyaset hatta hukuk sisteminde küreselci güçlerin taleplerini yerine getirmek zorunda kalırlar. Bu ülkelerin milli paralarının süreç sonunda aşırı şekilde değer kaybetmesiyle, doğal kaynaklar, sanayi, tarım, gıda, maden gibi tüm alanlarındaki değerleri, birikimleri, fabrikaları yok pahasına uluslararası sömürü aracı olan uluslararası şirketlerce satın alınarak işletilir. Ya da kapatılarak başka yerlerde ürettikleri malların pazarı haline getirilip ülkenin istenilen globalleşmeye entegre edilme operasyon tamamlanmış olur.

Her ne kadar küreselleşme, tek eksende olacak algısı verse de; daha çok ekonomik güç kazanımları elde etmek için ülkeler, Amerika’da NAFTA, Avrupa’da AB, Asya’da Şanghay Birliği olarak üç ana eksende bloklaşmış durumdadır. Bunlar dışında bölgesel işbirliği görünümündeki blokların fazla bir fonksiyonu olamamaktadır.

Sonuç ve Değerlendirme; Bu yeni düzen 2000 yılından bu yana oldukça belirgin hale gelmiştir. Başlangıçta bu düzenin tüm ülkelere, özellikle de kalkınmakta olan ülkelere hizmet edeceği savunulmuştur. Oysa yıllar geçip düzen yerleştikçe dünya üzerinde fakir ve zengin arasındaki uçurum giderek genişlemektedir. Daha da ilginç olanı, eskiden güney ve kuzey ayırımı fakir ülkeleri ve zengin ülkeleri tanımlamaktaydı. Bugün tüm ülkeler içinde fakir ve zengin arasındaki uçurum genişlemektedir. Göründüğü şekliyle , yeni dünya düzeni uluslararası, uluslar üstü, “global” şirketlerin çıkarlarına hizmet etmektedir. Diğer yandan, Dünyanın en zenginleri olarak kabul edilen ülkelerde de sefalet içinde yaşayanların sayısının giderek artmakta olması, yeni oluşan düzende zengin ülkelerin mi bu şirketleri kullandığı, yoksa bu şirketlerin mi zengin ülkeleri kullandığının tam olarak anlaşılamadığı bir “perdeleme” nin dünya kamuoyumun önüne çekilmesi de söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında, zaman zaman firmaların başarılarıyla ülke ekonomisinin başarısının farklı olabildiği görülecektir.

Yeni düzendeki uygulamalarla bu güç odakları, ülkelerin iş gücünü ve doğal kaynaklarının sömürülmesinde, kölelik dönemlerindeki maliyet unsurlarından da arındırılmış net bir sömürü düzeni kurmuş olurlar. Az bir değer karşılığında elde edilen doğal kaynakların ve emeğe verilen çok az ücretle; ülkelerin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünün koruduğu, insanlara da “emeğinin, çalışmasının karşılığı”, insan onurunu koruduğu gibi, kişi onuru ve milli duyguları okşayan duygular yaşaması, hissetmesi sağlanırken; ülkeyi işgal etmenin ve insanları köle olarak kullanmanın maliyetlerini de o ülkelere ve insanlarının sırtına yıkarak, gönüllü ve özgür görünümlü ve adeta karın tokluğuna köle konumuna getirilmiş olmaktadırlar.

Ekonomik mücadele kazanılmadan, siyasi bağımsızlık mücadelesi kazanılmış olmaz. Belkide işin özeti şudur; Ülkeler/milletler, ya düzeni kuran ya kurulu düzene itaat edip tamamen “teslim” olan ya da çok usta manevralar ile düzeni fazla ürkütmeden nimetlerini, fırsatlarını kendi lehine çevirmeye çalışan ülkelerden biri olur.

Tarihi süreç boyunca pek çok devletin kurulduğu, yıkıldığı, pek çok milletin tarih sahnesinden silindiği bu güç mücadelesi çok keskin ve acımasızdır. Bu mücadelenin yöntemleri zamana göre değişse de tarihin ilk devirlerinden bu güne kesintisiz süregelmiştir. Bundan sonra da “yeni” yöntemlerle “düzen” devam ettirilecektir.

Dr. Ali AYAR

Tarım ve Orman Uzmanı