Bu yaz, içimizi yakan sadece sıcaklar olmadı. Türkiye’nin dört bir yanında çıkan orman yangınlarıyla birlikte, aslında hepimizin içinde bir şeyler daha yandı. O yangınların dumanı sadece gökyüzüne değil, vicdanımıza da çöktü.
İzmir, Manisa, Muğla, Bursa, Çanakkale, Uşak, Aydın, Karabük… Haberlere bakarken sanki coğrafya dersi değil de felaket listesi okur gibi hissediyoruz artık
Peki biz ne hissediyoruz? Daha doğrusu… Hissediyor muyuz hâlâ?
Bir ağacın yanması, sadece bir canlının ölmesi değildir. Bir orman, sadece ağaçlardan oluşmaz. İçinde binlerce can, yuva, denge ve sessiz bir hayat taşır. Her duman, bir yaşamın sessiz çığlığıdır aslında. Ama ne yazık ki, biz bu sessizlikle yaşamayı öğrenmiş gibiyiz.
Artık şunu sormanın zamanı geldi:
Bu kadar çok yangın “doğal” mı gerçekten?
Yüzde 98’i insan kaynaklı diyor yetkililer. Kimisi piknik ateşini söndürmeyi unutmuş, kimisi çöplüğe attığı cam şişeyi düşünmemiş, kimisi ise bilerek yakmış. Evet, bilerek.
Yangın sadece ormanı değil, hafızamızı da yakıyor.
Hatırlarsanız, birkaç yıl önce yine büyük yangınlar olmuştu. Helikopter eksikliği konuşulmuştu, uçaklar gündeme gelmişti. Hatırlıyoruz değil mi? Peki sonra ne oldu? Hangi önlem alındı? Hangi dersi çıkardık?
Bugün artık gökyüzünde yangın söndürme helikopterleri uçuyor evet… Ama ne yazık ki, o yangınlar çıkmadan önce önlemleri konuşan çok az insan var.
Yangınlar, ihmalin külle karışmış adıdır.
Ve bu ihmal hepimize ait.
Kimi zaman sessiz kaldığımız için, kimi zaman umursamadığımız için, kimi zaman ise kendi doğamıza yabancılaştığımız için.
Bir çocuğun resim defterine çam ağaçları çizemediği bir ülkeye dönüşmeyelim diye yazıyorum bunları. Çünkü ormanlar sadece nefes değil, aynı zamanda hayaldir. Sessizliktir. Arınmadır. Ve bizim hâlâ iyi bir şeye tutunabildiğimiz son yerlerden biridir.
Şimdi ekranları kapatıp, doğaya gerçek gözle bakmanın zamanıdır.
Çünkü doğa bizden konuşmayı değil, fark etmeyi bekliyor.
Fark ettiğimizde… Belki biraz daha geç kalmamış oluruz.