Bu yıl “yaz çok sıcak geçecek” diye tahminler yapıldığında, ben dahil çoğumuz bunu pek anlayamadık. Ama havalar o kadar sıcak seyretti ki, Haziran ayından itibaren malesef tüm zerrelerimize kadar bunu hissettik. Ülkede bütün şehirler istenen yağışı ya almadı ya da bir anda bastıran aşırı sağanağın etkisiyle metrekareye olağanüstü miktarda yağmur yağınca olanlar oldu. Dereler taştı, evler yıkıldı. Aşırı ısınma sonucu, belki de sabotajla bakmaya doyamadığımız ormanlar bir bir yanmaya başladı. Yazık ki onlarca insanımızı, binlerce evcil-yabani canlıyı kaybettik. Bu da yetmedi yüzlerce ev ve hayvansal işletme hasar gördü, mallar telef oldu. Topyekün tarımsal ve hayvansal yönden milyarlarca liralık kayba uğradık. Hem ölen insanlara üzüldük, hem de “mal canın yongasıdır” sözüyle kayıplarımıza ağlayıp durduk.

Peki neden bu tarz afet ve seller arttı? Niye bu kadar sık yaşamaya başladık bu problemleri?

Aslında sebebin birçoğu açık ve aşikar. En başta hepimizin bildiği bir klasik bilgi “Küresel Isınma” . Zaten bunu duymayan işitmeyen kalmadı.

Acaba diğer hususlar neler? Öncelikle yaşam tarzımız değişti. Yatay mimari bağlı- bahçeli alanlardan, zemini asfalt, taş ya da betonla kaplanan dikey yapılı meskenlere bir bir taşındık. Yetmedi büyük binalar ve apartmanlar inşa ettik. “Nüfus artıyor bunlar da yetmez” diyerek gökdelenler, devasa kuleler yaptık. Tabi bu arada tarımsal alanlar tek tek yok edilmeye, yağan yağmurları emecek toprağın altına aktarılmasını sağlayacak mekanizmaya ihanet ettik. Yetmedi ihtiyacımız dışındaki yeraltı sularını bir bir sondajlar vurarak yeryüzüne çıkarmak için yarıştık durduk. İlk zamanlar sondaj sularına 80-100 metre derinliklerde ulaşabiliyorken, şimdilerde çok daha derinlerde rastlamaya başladık. Sonra bir anda obruklar yer çökmeleri oluştu bu alanlarda. Buna da bir anlam veremedik tabi. Yine “Küresel Isınma” deyip geçiştirdik konuyu. Arkasından kolay ve düz alanları bitirince aklımıza tepelik, ormanlık sahalar geldi. Önce ufak ufak ağaçlık mevkileri, küçük çalılıkları, çayırlıkları aşağısındaki muazzam manzarayı seyretmek uğruna zaptettik. Fakat bu da yetmedi meraları işgal ettik. Evler, tarım dışı mekanlar inşa ettik. Daha ne sayayım bilmiyorum. Peki bunca doğal tahribat bize ne getirdi dersiniz? Tabi ki “FELAKET”.

Değerli okurlar, bizler kendi zevkimiz, kendi rahatımız için o güzelim tabiat sahalarını tahrip edip, sığır, koyun ve keçilerin otlatıldığı çayır, mera ve yeşil alanları korumaz da kaybetmeye devam edersek, ileriki zamanlarda daha büyük felaketlerle karşılaşacak, ayrıca eti, sütü, yumurtayı çok daha pahalıya alacağız. Hatta üretim durursa belki de başka ülkelerden ithal etmek zorunda kalacağız. Sadece sel, çığ, heyelan ve yangınla değil çok daha büyük ve yıkıcı sorunlarla boğuşup duracağız.

Bu sebeple ne iş yaparsak yapalım, doğaya zarar vermeden yapmanın yollarını arayalım. Yasa ve kuralların dışında davranmadan herkesin hakkını hukukunu koruyalım. Bizden sonra gelecek nesillere iyi ve güzel örnekler teşkil edelim. Ben değil biz odaklı olalım. Lütfen bir servet niteliğindeki deniz, orman, mera ve topraklarımızı koruyup kollayalım. Daha fazla yangına, sele ve müsilaja meydan vermeyelim.

Dr. Öğr. Üyesi Hakan KEÇECİ

            Bingöl Üniversitesi

Veteriner İç Hastalıkları Anabilim Dalı Bşk.